Diyarbakır'a dair hassasiyetimizi bilen bilir, amacımız şehrimizi tanımak ve tanımakla beraber tanıtmaktır. Daha önce kaleme aldığımız "Şehrin Müslüman Araplar tarafından 639 yılında işgali" hususunda itirazımıza ses gelmemişti. Bir kaç kez yazmamıza rağmen, ses-seda gelmeyince Başbakanlığa bağlı BİMER'e müracaat etme zorunluluğumuz ortaya çıktı.
Yaptığımız müracaatta değişmesini istediğimiz metin aşağıda verilmiştir: "Yapılan değişiklere ilişkin farklı dönemlere ait bir çok kitabeyi üzerinde taşımaktadır. Diyarbakır "639 yılında Müslüman Araplar tarafından işgal edildiğinde, aynı alan üzerinde bulunan bir kilise kısmen camiye çevrilmiştir. Daha sonraki dönemlerde de etrafındaki yapılarla birlikte gelişen yapı kompleksi, restore edilmiştir. Plan itibariyle Şam’daki Emeviye Camii’nin Anadolu’daki bir yansıması olarak görülen yapı, Müslümanlar tarafından 5. Harem-i Şerif (Mukaddes Mabet) olarak kabul edilmektedir. "
Bahsi geçen site, "Diyarbakır Kültür ve Turizm Müdürlüğü Sitesi." Site, Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı ve bir kurul tarafından hazırlanmış. Müracaatımızda, "Diyarbakır "639 yılında Müslüman Araplar tarafından işgal edildiğinde, aynı alan üzerinde bulunan bir kilise kısmen camiye çevrilmiştir." ifadesindeki, " Müslüman Araplar tarafından işgal" bölümüne dikkat çekmiş ve bu mananın hakikate uymadığını, değiştirilmesi gerektiğini belirterek, geçmiş dönemdeki şehir kuşatmasının işgal olarak isimlendirilmesinin hakaniyete uymadığının altını çizmiştik. Gerçekte biz bu şehirde yaşayanlar, şimdi Romalılar değiliz ve Roma ile bir bağlantımız söz konusu değildir. Velev ki bu kuşatmaya dayalı şehrin alınışı, işgal olarak adlandırılıyorsa, iki taraf arasındaki çarpışmalarda hayatını kaybedenlerin sayısı, en çok 100-200 arasındadır.
Neden Araplar değil de Müslüman Araplar? Sanki bedevî denilmek istenmiş, medeniyetten uzak, barbar olduklarına dair bir ironi var, bu sıfatta: Müslüman Araplar
Dünyada başka bir Medine adını taşıyan şehir var mı? Sanmıyoruz, Medine'den başka. İşte Araplar, "Müslüman Araplar" dediğiniz insanların çoğu Medine'den gelmiştir.
"İşgal" diyenlere daha nasıl bir cevap vereceğiz, şimdi? Müslüman olmadan önce İslam'a darbe vuran, Bedir Savaşı'nın sonucunu değiştiren,Hz. Muhammed (a)'in savaşta yüzünün yaralanmasına, dişinin kırılmasına sebebiyet veren, yüzlerce insanı kılıçtan geçirten, onlara en olmadık sıkıntılar veren, lanetlenen, nerede görülürse öldürülmesi istenenlerden biri olan Halid bin Velid, Müslüman olur, İslamın hizmetine girer, savaştıkları düşmanları ile iman ettikten sonra kardeş olur. Ortadan kaldırmaya ahd ettiği inancın emir eri olan Hz. Halid bin Velid, katıldığı her savaştan muzafferiyetle döner ve Diyarbakır'a gelirken de kendisine verilen emri yerine getirir, şehrin alınmasında oğlu olan Hz. Süleyman ile fayda sağlar. Bugün bir çok sahabenin kabrinin bulunduğu hazire, Hz. Süleyman'ın ismiyle anılır ve Diyarbakır'da "Süleyman" isminin oldukça çok olması, Süleyman bin Halid bin Velid'in şehrin alınışındaki başarısındandır, bu gibi isimlerin Peygamberimiz Hz. Muhammed(a)'ı dünya gözüyle görmüş olmasındadır.
Kendisini tarafsız ve demokrat, inançlara saygılı ve mesafeli olarak gösterenlere dair bir tepkimiz söz konusu değildir. Kendilerine bu şehirde doğduğumuzu, yaşadığımızı, kentin tarihine sahip çıktığımızı, değerlerini sahiplendiğimizi, her inançtan yaşamış ve yaşamakta olanlara saygı duyduğumuzu, bununla beraber inancımızın gereği olarak şehre bakışlarımızı konu alan yazılarımızda kendilerinden inanç yönümüzle farklılık taşıdığımızı, diğer hususlarda hemşehrilik bağlarımızın kuvvetlenmesi gerektiğini belirtiriz. Bunu belirtiriz de ortaya çıkarttığımız doğruları, kendilerine kabul ettirmemiz, karıncaya iki buğday tanesini taşıttırmaktan daha zordur. Çünkü ekmeği "su, suyu "ekmek" bilene ne denli yardımcı olamazsak, bu tarz kimilerine belgeyle bilgiyle konuşmak, daha bir güç. Mevlana, kişinin ne denli bilgili olursa olsun, kişinin bilgisinin ancak muhattabının kişiyi anlayabildiği oranda olduğunu belirtir. Bizim de bu meseledir. Ne denli yazarsak yazalım, sonuç değişmemektedir.
-Ulu Camii yerinde şu anda olan yapılar, İslâm Dönemi yapılarıdır. Bu yapılar, kilise müştemilatı değildir.
-Yerinde daha önce kilise vardı. Neden gizlemektesiniz?
-Diyarbakır Kalesinin ana merkezi İç kale, Osmanlılar Dönemi'nde genişletilmiş ve on altı burçla takviye edilmiştir.
-İç Kale Roma öncesi eserdir.
Böylesi diyalogları artırabiliriz, aslında. Hatta şehrin Osmanlılar yerine Safevî saltanatında kalmasını savunanlar da vardır. Osmanlı'yı sevmeyen anlayış, yine Türk olan Safevî'yı neden sever? Bu entellektuel derinlik isteyen hususta, sevmenin ölçüsünün ne olduğunu açıkça gösterir, bize. Mevlana İdris bu şekilde haindir, Kürt Tarihi Yazarı Şeref Han, milletine ihanet etmiştir, o şöyledir, bu böyledir, vs...
He rşey iyi ve güzel de kişi, innacına dayalı hayatı yaşamak isterse ve bu şekilde bir tavır ortaya koyarsa, sevildiğinin ertesi günü hain ilan edilebilir mi? Dünün emin olan insanı, ertesi gün nasıl sihirbaz ilan ediliyorsa, günümüzde de durum farklı değildir: "Bizim gibi düşünmeyenin yazma hakkı ve düşünce dünyası olamaz."
Bu tarz davranış, adeta Gezi Olayları'nda vatana, memlekete, devlete sahip çıktıklarını belirten anlayışla örtüşmektedir. Bu tarz anlayış, İslam'ı kabullenmezken, Roma'ya razıdır ve saltanatı ele geçirmek için kocasını, kaynını, çocuk çocuğu, akrabaları ve dostları tümden barıştırmak için bir araya getirip, şaraplarına, içeceklerine uyku ilacı katıp, hepsini kılıçtan geçirerek Diyarbekir'e kendi kendisini hükümdar yapan Meryem-i Dara'yı kabul etmektedir. Bu anlayış, ikisi de Türk olan Osmanlı ve Safevî arasında Osmanlı'yı reddedip Safevî tarafını tutarak, Osmanlı tarafındakilere kin kusturmaktır. Günümüzde bu karşı koyuşun ismi aydıncılık olmuştur, entellektuellik yaftasıyla meşrulaştırılmıştır, adeta. Kendilerinden olan herkes okumuştur, özgürlükçüdür, bilgedir, el üstünde tutulması gerekendir. Bakmaktasınız ki bu guruh, 1900'lerin Avrupası'nda kendilerini kabul ettirmiş ve kendilerince toplumu değiştirmeye adanmış görünen kimileriyle benzeşen biçimdedir. Onlarda İsevî anlayışa hürmet olmasına rağmen, bu anlayışı geleneğe çevirtip saygıyla karşılamak ve de inancı benimsememesine rağmen, taraftarlarını kızdırmamak, eserleriyle onlara düşüncelerini benimsetmek iken, bizde acemî bir çıkış vardır ki acınacak konumdadır: Biz İslam'ı kabul etmiyoruz, benimsemiyoruz, O'na karşıyız, inanç ile yönetim baş başa gidemez, her şey batıdadır, batı tarzındadır.
Bu anlayış mensubu olanların giyimleri-kuşamları, içtikleri, yedikleri, kullandıkları ne varsa batıya mensup ise, yaşadıkları mekân da batıda olmalı. Hayır, bunu istemiyorlar ve kendilerine ait bildikleri topraklarda, kendilerinden başka herkesin bu topraklara ait olmadığını vurgulamayı amaç edinen bir düşünce peşindedir.
İşgal denince akla gelen çok husus vardır, elbette. İşgal nedir ve işgalci kimdir? Haçlı Savaşları işgal kapsamında neden değerlendirilmez. Osmanlı'nın son döneminde yapılan işgaller, neyin nesidir? Yüzyılımızda emperyalist anlayışların gerçekleştirdikleri soğuk savaşlarda toplumlar üzerinde kurdukları baskı ve devlet erkini değiştirme, özgürlük adı altında milyonlarca insanı yerinden yurdundan etme, kendi insanını öldürtme, yok etme, mahpushanelere atma, maşalarını kullanırken, kendilerini barış ve özgürlük havarisi olarak gösterme, en temel karakteristik özelliklerdir. Birbirini vuranların, ortadan kaldıranların ellerindeki silahları üretenlerin aynı kişiler olduğu üzerinde durmayanlar, merhametsiz ve vicdan sahibi olmayanlardan yardım bekler hale gelirken, istenen gerçekleşir ve o ülkenin yer altı ve yer üstü kaynakları, yazılan senaryoya göre el değiştirir, savaş tazminatına dönüşür, mazlum insanların feryadı ve figanı işitilmez, zalim zulmüyle daha bir lanetlenir. İşgal budur, taşı taş üstünde bırakmayan, insana suçsuz ve günahsız hayat hakkı tanımayan... Dünyanın dört bir yanında şehrin mimarisinden tutun her şeyine kadar yerle bir eden tavır, işgaldir. Dünün güce dayanan ve iki tarafın karşı karşıya gelerek savaştığı, sonuçta ya birinin galip öbürünün mağlub olduğu veya yenişemediği durumda meydandan çekildikleri işgal değildi.
Savaş sonrası kimileri elbette insanlıktan çıkar, vahşet tablolarını sergilerdi, Endülüs'te yaptıkları vahşet misali, Bağdat'ta yaptıkları katliam misali... Eman verilene karışmamak esastı, yine de. Elbette sıkıntılar olur da yaşadığımız yüz yılın işgalleri gibi değildi, savaştan galip çıkanların yaptıkları. Şimdi kendi elleriyle değil, maşalarıyla işgal ettikleri ülkelere kan, gözyaşı ve esaret taşıyan emperyalist güçler, esas korkuları olan İslâm ile hesaplaşmak istiyorlar, yeniden. Ne yazık ki satılmış, vicdansız, eli kanlı, gözü hırs bürümüş bu alçakça paraya ve mevkii-makama kişiliğini hibe ettirmiş kişiler, kendi insanına yabancıların silahıyla, kurşunlarıyla saldırmakta, bombalarıyla bombalamakta, hatta sığınılan camiileri bile yakmakta, yıkmakta, içindekilerle birlikte havaya uçurmaktadır. İşgali bu tarzda anlatırken, çerçeveyi fazla genişletmeye gerek var mı? Yugoslaya'da, Çeçenya'da, Doğu Türkistan'da ve Kamboçya'da, Filipinler'de olanları ve bitenleri görmezlikten gelenler, Mısır'da katliamlar yapılırken hafta boyu tarihte eli kanlı Britanya'nın son veliahdı'nın erkek mi kız mı olduğunu tartıştı. Sonradan isminin ne olacağını tartıştı. Bize gelen ahberler, medyada böyle iken İngiltere'de bunun önemsiz bir şey olduğunu bilenlerimiz, oldukça azdı. Katliamlar olurken Papalarının ülke gezilerini canlı verenler, Mısır'dan bahsetmedi, kuşkusuz. Sergilemek istedikleri senaryo için günler öncesinden Türkiye'ye gelenler, günlerce canlı yayında bulunup sunî gezi olaylarını dünyaya duyururken, Mısır'da, Suriye'de olana ve bitene karışmama, Batının bilinen ahlâksızlığının belirgin bir numunesidir. Çünkü kendilerinden farklı dinlerden olanların sıkıntısına çare bulmalarını bekleyemezsiniz. Bu ayının elinden kovan balını zorla almaya benzer, adeta. Hem işgalci olacak hem işgale son verilmesi için kendilerine danışılacak!.. Bu hatayı yapmaya devam ediyoruz, vesselam!...
Diyarbekir'in-Şehrin alınışına dair yazdığımız bir makalemizde o dönemi en iyi anlatan İmam Muhammed el-Vakidî'ye dayanarak, şehrin alınışını ayrıntılarıyla belirtmiştik. Futuhu'ş-Şam'da yer alan bilgiler esas alındığında çatışmaların öncelikle gizli geçitten İç Kale'ye geçen seksen kişiyle başladığı ve Babu'l-Feth kapısının açılmasıyla İç kale'de hakimiyetin sağlandığı görülür. O dönemde oldukça küçük bir alanı içine alan İç Kale'de muhtemelen bulunan asker sayısı, sadece şehrin Kadın Hükümdarı Meryem-i Dara'yı korumakla sınırlıdır. Bu sayının en çok 200 olduğu söylenebilir, isterseniz sayıyı mubalağalı biçimde 300-400 olarak belirtelim. Kısa sürede teslim olan askerlerin ve şehrin başında olması gereken iki kardeşi birbirine düşürüp, onları akrabalarıyla birlikte zehirleyerek öldürten, iktidarı bu yolla gasp eden Daralı Meryem, yer altında olan gizli geçitten şehrin hazinesinin önemli bölümünü alarak, mahiyetiyle şehir dışına çıkmış ve Seyran Tepe olarak belirlenen çıkış noktasında Bizans'a sığınmak üzere kendisini bekleyen kuvvetlere iltihak etmiştir.
Bizans'ın egemenliğini meşru görmektir, işgal ifadesi. Hileli biçimde şehre hakim olan ve iki kardeşin yönetiminde bulunan şehri desiselerle ele geçiren Daralı Meryem'e dair kimilerinin açıklamaları, tarihteki olanla bitenle bağdaşır olmaktan uzaktır. Şehre gelin gelirken sıradan biri olanın, hükümdarlığı hile ile ele geçirmesi lanetlenmez iken, döktüğü kan sorgulanmazken, adeta bu şehir kendisinin imiş gibi bir manaya dönüşen işgal ifadesi, acaba ifadeyi yazanın Bizans hayranlığına mı yorumlanmalıdır?
Kimi kaynaklarda geçen Arapların zulmederek Diyarbakır'a kadar vardığını, bu coğrafyada toplu katliamlar yaptıklarını kitaplara geçirmeleri, belki İslâm'a dair yabancılıklarından ya da husumetlerinden kaynaklanır. Antakya çok zor kullanılarak alınmamıştır. Urfa'yı anlaşma ile alan bu güçler, kan dökmemişlerdir. Diyarbakır'ı alan Müslüman Araplar, sadece bir vali ve 500 asker bırakarak şehri terk etmiştir. Çok az bir kuvvetle Meyafarıkyn ( Silvan), hiçbir şekilde kan dökülmeksizin alınmış ve halktan bu esnada hiç kimsenin ne malına ne canına zarar gelmiştir. Diğer illerde, ilçelerde savaşın gereği olarak hem savaşandan hem savaşta şehrini savunandan elbette ölümler olmuştur. Savaşın zaman ve mekâna göre gereklerini inkar edemeyiz. Lakin İslâm'a göre eli silah tutmayana, kadına, kıza, çocuğa, yaşlıya, mukavemet göstermeyene karışılmaz, karışılması mümkün olmaz. Kimi zaman görülmesi muhtemel olan davranışlar da bu çerçevede değerlendirilmemelidir.
07/08/2013 Tarihinde yaptığımız 667636 sayılı başvuruya Diyarbakır İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nden gelen 13/08/2013 Tarih ve 79017214-321/2231 Sayılı yazıda "ilgi dilekçenizde belirtilen web sayfamızdaki bölüm değiştirilmiştir. Web sayfamızda yenileme çalışmaları devam etmekte olup, ayrıca göstermiş olduğunuz hassasiyetten dolayı Müdürlüğü'müzce şükranlarımızı belirtiriz." açıklaması tarafımıza iletilmiştir.
Şehir Araştırmaları Merkezi kapsamında yıllardır yaptığımız birçok araştırmamız oldu, gördüğümüz hatalar oldu. Kendimizce bunları tespite çalışmaya devam ediyoruz, etmekteyiz. Adı geçen kurum müdürlüğünün sitesinde şehrin 16 kalesinin bulunduğu ve beş kapısının olduğuna dair açıklamaya karşı çıkmış, şehirde sadece bir kalenin bulunduğunu ifade etmiştik. Bu yanlışlık da düzeltilerek, bize yazılı olarak geri dönülmüştü, yıllar önce. Şehrin bir tanıtım kitapçığına dair eleştirilerimizi de Bakanlığa iletmiş, bu kitapçığın içerdiği yanlış bilgiler sebebiyle dağıtımının durdurulduğundan haberdar edilmiştik.
Şehirleri tanıtmakla görevli kurumların hatasından dönmesi elbette erdemdir, fazilettir. Yıllardır sitesinde yer alan yanlış bilgilerden bî-gûman olma, habersiz olma, kişiyi, kurumu, yöneticilerin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
Bu gün Diyarbakır'da kaç kale olduğunu sanal ortamdan araştırırsanız, karşınıza "16 Kale" rakamı çıkar. Halen kimi kurumların sitelerinde şehrin işgal edildiğine dair bilgiler, muhtemelen durmaktadır. Sadece bununla kalsa söyleyecek br şeyimiz olmazdı. Fetih sonrası camii olarak kullanılan Mabed, şimdiki biçimden olmaktan uzaktı. Yıkıldıktan sonra yapılmış, eklentilerle bu güne gelmiş Cami-î Kebîr, halen kilise olarak lanse edilmektedir, edilmeye devam ediyor. Mesudiye Medresesi olarak yerini tespit ettiğimiz ve Ashab-ı Kehf'le irtibatlı Mar Toma Kilisesi için araştıran, soruşturan maalesef yok, günümüzde. Sanal ortamdan devşirilen bilgilerle yazanların, böylesi rivayetlerle şehri tanıyan ve tanıtanların Melikşahın yaptırdığı Camii için kilise demeleri, insafa sığan bir ifade değildir. Her şey ortada iken ve geçmişe saygı adına süslemelerin, nakışlı taşların bile kullanıldığı, geçmişin izlerinin silinmemek istendiği Ulu Camii Kompleksinde siz, hayvan figürlerine de rastlarsınız, yapının girişinde birbirinin eşi iki adet Arslan ve Boğanın bazalta işlendiğini görürsünüz. Camii olarak İslam'a mal olan yapıda bu görmezlikten gelinmiyorsa, hala ikide bir kilise-katedral yakışması şık olmayan bir durumdur. Kimileri bundan yola çıkarak, her şeyin aslına rüc'û etmesini ister. Daha önce burada kurulan ibadethane, Allah'ın Tevhid Dini'ne iman eden Mar Toma ismine açılmıştı, onlar teslis inancını kabul etmezlerdi.
Ondan öncesi Dakyanus'un heykellerine ev sahipliği yapıyordu, mabed. Öncesinde Musa Mabedi olduğu söylenilir. Onun öncesi pagan inancına merkezlik etmiş olabilir. Günümüzde yine mabed halindedir, başka bir amaçla kullanılmadığı için farklı yorumların gereksizliğine dikkat çekiyoruz. İkide bir resmî ağızlar dahil olmak üzere, kitap kaleme alanlarla "Burası Mar Toma Kilisesi'dir." deme yollu açıklamalar, bizi Ayasofya'nın kiliseden camii, camii halinden müze şeklini hatırlatır. Zaten Ulu Camii, bugün müze konumundadır. Resmiyette müze sayısına neden dahil etmezler, bilmiyorum.
Şehir Araştırmacısı olma adına, bu sıfatla kaleme aldığımız yazılarımıza itiraz etmeye niyetli, ortaya koyduğumuz somut kaynaklara ve konulara farklı yorumlar getirmeye çalışanlara çift sözümüz var, bu arada: Biz bu şehri seviyoruz ve bu şehir üzerinden bir rantımız söz konusu değildir, olamaz. Bu yüzden şehri kendimiz bilmekteyiz ve biz de şehirden bir parçayız!.. Yoksa otuz senedir, bu şehirle ilgilenir miydik, ömrümüzün sonuna kadar bu şehre ahdetmişiz, ölsek de naaşımız, şehrin bağrında kalacaktır. Çünkü bu şehir, hayırlı insanların duasına nail olmuştur.
Bakınız işgal derken nerelerden nerelere geldik. İşgal edilen ülkelerinde masumca hayatlarını kaybedenlere Allah'tan rahmet diliyor, yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ediyor, kim ki işgalci ruhuyla hareket ediyor ve işgalcilerden yana ise, kendilerine Rabbimizden en büyük belalara dûçar olmalarını istiyoruz.