SON DAKİKA
Diyarbakır Selahattin Eyyubi Devlet Hastanesi’nde…
Fırat başkan ilk sözünü tuttu:…
İş İnsanı Saffet Çerçi’den Mübarek…
Diyarbakır bir değerini kaybetti! İhsan…
Kürtler: “Kart kurt”dan nereye…
NAMIK DURUKAN
Türkiye’de resmî tarihin ideologları yakın zamana kadar Kürtçe'nin bir dil olmadığını iddia ederken Kürtlerin varlığını da “Kart kurt teorisi" ile açıkladı. Hiçbir bilimsel yanı bulunmayan bu aşağılayıcı düşünceleri ileri sürenler Kürtlerin varlığını ve Kürtçe'nin zenginliğini görmemekte ısrar ettiler yıllarca. Oysa en eski yerli ve yabancı kaynaklar, Kürtler hakkında bize yığınla bilgi sunmaktaydı. Hatta yakın dönemde Osmanlı kaynakları bu konuda bize gayet ikna edici birçok kaynak sunuyor.
Bir milletin varlığı için “ulus-dil-coğrafya” üçlüsü, birbirini bütünler. Bu noktadan bakıldığında günümüz kullanımıyla “Kürdistan” sözcüğünün ilk defa Anadolu’ya gelen Selçuklular tarafından kullanıldığını görüyoruz. Tabii milattan önce Arap ve Yunan kaynaklarında bu kelimenin farklı şekillerde kullanıldığını da biliyoruz. Osmanlı döneminde ise “Kürdistan”, Kürtlerin yaşadığı tarihsel bir coğrafyayı ifade etmek için en üst düzeyde kullanılıyordu. Öyle ki Osmanlı padişahlarından Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa kralına yazdığı mektupta “Kürdistan” ifadesi de kullanılmıştı.
Buradan hareketle Kürtlerin yaşadığı Kürdistan’ın, Osmanlı’nın Hicaz’a inmesinin önünü açıp hilafeti almasını sağlayan bir noktada olduğunu belirten yorumcular da var. Dolayısıyla Kürdistan, Osmanlı için doğuda bir tür tampon bölge görevi görmüştür. Ki bu yüzden de “Kürdistan eyaleti” kendi içinde bağımsız olarak 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar ayakta kalmıştır. Bu özerk yapı, bilindiği üzere 16. yüzyılda Safevilere karşı Kürtlerin Yavuz Sultan Selim’le ittifakından sonra kurulmuştu.
“Lisan-ı cennet”
Kürtlerin Osmanlı’da devlet düzeyindeki kabulü, o dönemde yazılan eserlere de yansımıştır. Bu konuda gerek Katip Çelebi’nin eserleri, gerek Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si ve gerekse dil bilimci Şemsettin Sami’nin Kamus’ul-Alam’ı bize Kürtler-Kürtçe hakkında birçok bilgi vermektedir. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda Seyehatname’de Kürt coğrafyasına yaptığı gezilerde “Kürdistan”ın sınırlarını" Erzurum’dan Kerkük ve Musul’a kadar geniş bir yeri ele alacak şekilde çizer. Çelebi, aynı şekilde Kürtçe'nin özelliklerinden ve lehçelerinden de bahsedip eski alimlerin Kürtçeye “lisan-ı cennet” dediklerini belirtir. Bunun yanında 19. yüzyılın sonunda Şemseddin Sami tarafından yazılan Kamus’l-Alam’da da “Kürdistan” maddesiyle Kürtler ve Kürtçe üzerine geniş açıklamalar bulunur.
Kürtlerin dil-millet ve coğrafik kabulü Kurtuluş Savaşı yıllarında da vardı. Öyle ki 1919’da Amasya Protokolü’nde kurulacak devletin “Kürtlerin ve Türklerin üzerinde meskun olduğu arazi” olarak tarif edilmiş ve sonraki süreçte de Kürtlerin asli unsur oldukları vurgulanmıştır. Hatta 1923’ta Atatürk, İzmit’te bir gazetecinin sorusuna karşılık olarak Kürtlerin özerkliğe sahip olması gerektiğini ve 1921 Anayasası'nın bunu öngördüğünü belirtmiştir. Tüm bunlara karşın sadece bir yıl sonra tekçi bir anlayış benimsenmiş ve 1924 Anayasası'nın 88. maddesinde “herkes Türk’tür” denilmiştir. Bugünkü Anayasa'nın 66. maddesi de dil ve ırk farkı gözetmeksizin herkesi Türk sayan inkarcı bir noktadadır.
Bu dönemden sonra özellikle “Türk Ocakları” vasıtasıyla “kaynaşmış, sınıfsız bir toplum” yaratmak için ağır bir asimilasyon politikası başlatıldı. Bu da beraberinde Şeyh Sait ve Ağrı ayaklanması gibi büyük iç karışıklıklar da çıkarmıştır. Ne var ki rejimin yeminli aydınları (!) Türklüğün üstünlüğü ve diğer halkların aşağı olduğuna tüm enerjilerini harcamaya başladılar. 1930’ların başında kurulan Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, asimilasyon ve inkar politikasının bilimsel kurumları oldular. Bu dönemde kabul edilen Güneş-Dil Teorisi ile Türkçenin tüm dillerin kaynağı olduğu işlenip durdu. TDK’nin arşivinden bu dönemde dil üzerine yapılan konuşmalar incelendiğinde işin garabeti rahatlıkla görülebilir. Bugün “prof” unvanlı olanların geçmiş yıllarda Kürtçe'yi küçümsemek ve bazen de Türkçe'nin lehçesi saymak için yazdıkları propaganda kitapları da hâlâ kütüphanelerde görülebiliyor.
Tüm asimilasyon ve inkar politikalarına rağmen bugün Kürtçe, dört lehçesiyle bölgede konuşulan temel dillerdendir. Son yıllarda Kürtçe konusunda atılan adımlar da Kürtçe'nin önünü iyice açmaktadır. 2004 yılında Kürtçe kurslarının önünün açılmasından bu yana bugün 24 saat Kürtçe yayın bir devlet televizyonundan, Anadolu Ajansı’nın Kürtçe servisinden, üniversitelerde Kürdoloji bölümlerden, okulların 5, 6 ve 7. Sınıflarda Kürtçe seçmeli derslerinden bahsedebiliyoruz. Hatta eğitimci-yazar dostum İbrahim Genç, uzun uğraşlar sonucunda Bakan Nabi Avcı’nın kendisinin “Kürtçe'nin Halk Eğitim Merkezlerinde öğretilmesi” projesine onay verdiğini ve yakın zamanda Kürtçe'nin eğitim modülünde yer alacağını ifade ediyor. Şüphesiz tüm bu dersleri, kendilerine söz verildiği halde atanmayan Kürtçe öğretmenleri verecektir.
Tüm bunların yanında özellikle bir gelişme var ki bana göre “Devrim” niteliğindedir. Türk Dil Kurumu’nun bir süre önce Türkçe-Kürtçe sözlüğü, yani FERHENG’i basması Kürtçe'nin önündeki en büyük engelin aşılması olarak görülebilir. Aynı şekilde Türkiye'nin başkenti Ankara’da, Atatürk Bulvarı üzerinde bulunan Atatürk’ün girişimleri ile kurulan Türk Dil Kurumu önünde Türkçe-Kürtçe sözlüğü tanıtan reklam afişinin asılması “İnkar döneminin sonu” dur elbette.
Çözemeyen çözülür
Sonuç olarak Kürt sorununun çözümünde “Diyalogdan müzakere” aşamasına gelinmesi Kürtçe eğitimin kapılarını açabilir. Kapının aralanması “Kürtçeye iade-i itibar” getirebilir. “Kürtçe eğitim ülkeyi böler” paranoyasını yayanlar varsın söylemlerine devam etsin. Bugüne kadar Kürt sorununun çözümü yolunda atılan adımlara ve bu yöndeki uygulamalara bakıldığında bu yönlü iddianın gerçeği yansıtmadığı ortaya çıkıyor.
Anlaşılan o ki Kürt sorunu çözüm yoluna girdikçe Türk-Kürt birliğinin harcı daha da güçleniyor. Unutmayın; dünya değişiyor, çözemeyenler çözülüyor…
KAYNAK-Milliyet gazetesinin Çukurova ekinden alınmıştır.
Yükleniyor...
|