SON DAKİKA
![]() ![]() ![]() ![]() O’HAL Sürgünü OlmakNAMIK DURUKAN
Sıkıyönetim, Olağanüstü Hal…
Çocukluğumuz, gençliğimiz bu iki uygulamanın cenderesinde geçti. 1970 ve 80’li yılların gençliği bu dönemde yaşananların objesiydi. Hem mağdur hem sanık oldular. Ya da döneme tanıklık ettiler. Çok partili sisteme son verip yönetimi ele geçiren apoletlilerin hedefinde yine gençler vardı. İşkencehaneler ve cezaevleri gençlerle dolduruldu. Sorgu merkezlerinde ve cezaevlerinde ağır işkencelere dayanamayan gençlerin cansız bedenleri taşındı hemen her gün.
Korku imparatorluğu elbet yıkılacaktı ve öyle de oldu. Geç de olsa yaşayan iki general mahkemede bugün hesap veriyor. Ömürleri çıkacak karara yetişir mi bilemiyorum. Ancak halkın vicdanında mahkum olduklarını bugün görebiliyoruz.
Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda, sıkıyönetim ve olağanüstü hal yönetimleri, sorunları çözmediği gibi ülkenin geleceğine ve gelecek nesillere büyük sorunlar devretmiştir. Özellikle Güneydoğu’da son 30 yıldır yaşanan olağanüstü hal uygulamaları batı ile doğu arasında mesafeyi açmakla kalmadı tehlikeli gerilimlerle ülke bölünmenin eşiğine getirdi. Bölgeye gönderilen ve önyargı ile donanmış güvenlik kadroları da bu yangını körükledi.
Çekilen acılar
Olağanüstü yönetim döneminde yaşayan, biraz da siyasi havayı koklayan hemen herkesin bir gözaltı, işkence ve cezaevi hikayesi olmuştur mutlaka. Coğrafya acı ürettikçe “Hayatı roman” olanların sayısı da buna paralel olarak arttı. Bazıları yaşadıklarını eşi ya da dostuyla paylaştı. Eli kalem tutanlardan bazıları yaşadıklarını çocuğuna ve torununa hatıra diye saklarken bazıları da tarihe belge bırakmak adına kitap yazıyor.
Eskiden yazar, şair, araştırmacı, tarihçi, politikacı ya da gazeteci yazardı kitap. Ancak bu durum son 30 yılda farklılık gösterdi. Askeri yönetim ve olağanüstü hal uygulaması, yeni yazarlar ve şairler de ortaya çıkardı. Bir dönemin vahşet boyutuna varan uygulamalarına maruz kalanlar tarafından yazılan kitaplar, yakın dönemde yaşananları tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.
“Geliyorum” diyen tehlike
Güneydoğu’da geçmişte yaşananlar her nedense sadece “terör” boyutu ile ele alındı. “Terörle mücadele” haberleri öne çıkarılırken insan hakları boyutu göremezden gelindi. Bunun yansıması ise bir süre sonra metropollerde kendini gösterdi. “Terörle mücadele” gerekçesiyle bölgede 3-4 bin köy boşaltılırken insanlar aç ve çıplak olarak kentlerin varoşlarına sığınırken “geliyorum” diyen tehlikenin kimse farkında bile değildi.
O dönem bölgede ilan edilmemiş bir “savaş hali” vardı. Bazı askeri yetkililerin tespitine göre bu “düşük yoğunluklu bir savaş”tı. Yoğun işkence iddiaları, silahlı saldırılar, faili belli cinayetler, işkencede ölümler o döneme özgü yürütülüyordu ve sıradanlaşmıştı. Şehir merkezlerinde çatışmalar, patlayan bombalar, hemen her gün cadde ve sokaklarında kanlar içinde yatan insan görüntüleri, dağda ise günlerce süren çatışmalar… Ölen PKK’lıların kanlı görüntüleri ve şehit cenaze törenleri…
Şiddetin kanıksandığı bölgedeki görüntülerin medyaya sadece bu yönü ile yansıması Batı’da “Türk-Kürt” düşmanlığının uç vermesi ile sonuçlanıyordu. Aşırı milliyetçi çevrelerin kışkırtması ile ülkenin batısında Türk-Kürt savaşı çıkarmanın provası bile yapıldı. Neyse ki çözüm süreci tüm bu planları bozdu.
Bir O’hal sürgününün kitabı
Meslektaşım, dostum ve yol arkadaşım Faruk Balıkçı’nın sendikacı kardeşi Davut Balıkçı da bir kitap yazmış. Yaşadığı ve tanık olduğu olayları kapsayan bu kitap “Bir Olağanüstü Hal Sürgünü” adıyla yayınlandı. Kitap; Balıkçı’nın sendikal faaliyetleri, mücadelesi, gördüğü işkenceler ve Olağanüstü Hal uygulaması kapsamında bölgeden batıya sürgün edilmesi ve görev yaptığı yerde ayrımcı, uygulamaya tabi tutulmasını konu ediniyor. Ailenin bölünmesi ve yıllarca süren sürgün yaşamı da cabası. Olağanüstü hal döneminde uygulanan “sürgün”ün bölgede tarihsel dönemdeki uygulamalarına kitapta ayrıntılı yer verilmesi tarihe not düşme anlamında önemlidir.
O bir kamu emekçisi, sendika yöneticisi ve Olağanüstü Hal bölgesinden sürülen bir memur olarak yaşadıklarını kaleme almış. Bir dönemi o kadar güzel anlatmış ki kitabı elimden bırakamadım. Kitap beni o yıllara götürdü, yaşadığım benzer olayları hatırlattı. Kısacası içinde kendimi gördüm.
Balıkçı’nın kitabında ele aldığı konular bir dönem bölgede devlet adına yapılan yanlış uygulamaların dökümüdür adeta. O dönemi tahlil edebilmek için Balıkçı’nın kitabında anlattıklarının özetine bakmakta yarar var:
Osmanlı’dan bugüne
Osmanlı devletinin son döneminde sürgün cezası yaygın bir uygulama alanı buldu. 1876’da Kanun-i Esasi yapılırken Abdulhamit’in ısrarıyla padişaha bir kimseyi basit bir polis soruşturmasına dayanarak sürgüne gönderme yetkisi tanınmıştır. 1982 Anayasası döneminde OHAL’lerde idareye sürgün yetkisi verilmiştir. Kanun-i Esasi ile OHAL sürgün politikası arasında fark bulunmamakta. Devletin sürgün politikasının konjonktürel durumuna göre ayarlandığını rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle sürgünün Kürt bölgesinde yoğunlaşması en güzel kanıtıdır. Bu coğrafyada aynı zamanda faili meçhul cinayetlerin en fazla işlendiği ve onlarca kamu emekçisinin sokak cinayetlerine kurban gittiği bölgedir.
Devlet kendi hatasını kabul etti
Senin yaşamın ve iraden oradaki idarecinin iki dudağı arasında. Bu noktada ne hukuka gidebilirsin ne de başka bir yola başvurabilirsin. Ben bilerek idare mahkemesine başvurdum. Gelen yanıtta "OHAL'in verdiği karara karşı yargı yolu kapalıdır" dendi. AİHM'e başvurduk, 1998'de. 2000'de dostane çözüme gitti. Devlet kendi hatasını kabul etmiş gibi bir durum oldu.
“Bana verilen yetkiyi kullanıyorum!”
OHAL sürgününde "Davut Balıkçı'nın Doğu ya da Güneydoğu Anadolu illerinde, Kürtlerin yaşadığı yerlerde çalışması sakıncalıdır" gerekçesi vardı. Yani ben Adana ve Mersin'de bile çalışamayacağım anlamına geliyordu bu. Dönemin OHAL Valisi Aydın Arslan da o zamanki sürgünle ilgili olarak Diyarbakır Demokrasi Platformu'yla yaptığı görüşmede "Hukuki değil ama ben sürüyorum. Bu insani değildir. Aileleri parçalıyorum ama bana bu yetki verilmiş ve kullanıyorum" demiş.
“Beni nelerin beklediğini anlamıştım”
Sürgün edildiğim yer Çankırı’nın Bayramören ilçesi idi. Şovenizmin en yoğun yaşandığı bir ilçeydi. İlk gittiğim gün bu şovenist tutumu hissetmek bir yana adeta yaşadım. Daha ilk günümde Ozan Arif’in başbuğlar ölmez şarkısı ile karşılanmıştım. Önceden ayarlanmış olan masaya oturduğumda ise milliyetçi yayın organı olan Kurultay dergisi ile karşılaştım. O an beni bu ilçede nelerin beklediğini çok iyi anlamıştım
“Tecrit edildim”
Sürgün olduğum ilçeye önceden oluşturulmuş bir ön yargı vardı. Ben gitmeden önce dosyam gitmiş "sakıncalı, terörist" olduğum ilçe birimlerine belirtilmişti. Gerek çalışan kesim gerek halk tarafından teşhir edilmiş, sonrasında ise ilçe tarafından tecrit edilmiş duruma gelmiştim. Karşılıklı bir güvensizlik ortamı yaratılmış, böylesi bir ortamda insani bir ilişkinin geliştirilmesi de zordu. İlçede yaşadığım süre içerisinde adeta mercek altına alınmış gibiydim. Kaymakam, ilçe amirleri ve karakol tarafından devamlı gözetim altındaydım. Bununla da kalmayıp Çankırı ilinden her ay iki sivil polis gelip ilçede hakkımda rapor hazırlayıp gidiyordu. Bu durum ilçede yaşayanlar üzerinde etkili oluyordu. Benimle ilişki geliştirenler ise en kısa zamanda uyarılıyordu ya da tehdit ediliyordu…
Balıkçı’nın kitabında anlattıkları yakın dönem Türkiye’sinde yaşananların dökümüdür. Elbette o günden bu güne çok şey değişti. Ama değişmeyen bir şey var; sorun hâlâ ortada duruyor. Çözülmediği sürece de geçmişte yaşanılan acıların tekrarlanacağına yönelik endişe zihinlerde canlılığını korumaya devam edecek…
Yükleniyor...
|