SON DAKİKA
![]() ![]() ![]() ![]() SİLVAN’DA DOĞMAK- SABE’DE YAŞAMAK!...03. Şubat benim doğum günümdü. Öncellikle facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinde mesajlarıyla ve telefonlarıyla doğum günümü kutlayan tüm dostlarıma ve siz değerli okuyucularıma yürekten teşekkür ederim.
Hayatımda hiç kutlamadığım doğum günümün sizler tarafından kutlandığını görmek ve sevildiğimi hissetmek bana ayrıca mutluluk ve keyif verdiğini ifade etmek isterim.
“Varolmak”, “yaşamak” ve “ölmek” de tamamen Allah’ın (c.c) tasarrufunda olduğu için ve ben Allah’ımı çok sevdiğim için, yaşadığım bugüne Allah’ıma binlerce şükürler ediyorum.
Nedense dün gece kendi hayatımın bir muhasebesini yapma sorumluluğunu hissettim.
Neredeyse yaşadığım hayatımın tamamını bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçirdim.
Ne işe yaradım, işe yarayan işler yaptım mı, mutluluklarım, acılarım, kayıplarım, kazandıklarım nelerdi?
Neden hayatımı hep acemice yaşadım ve yaşamayı beceremedim?
Neden çok inatçı, çok duygusal, asabi, küsüp de barışamayan, kırılıp da affetmeyen biriyim?
Neden dereyi geçene kadar ayıya dayı diyemiyor ve hayatımı zorlaştırıyorum?
Yarın nalları diktiğimde, hakkın huzuruna gittiğimde günahlarımdan en çok neden yargılanacağım, alnı ak, başı dik çıkabilecek miyim? Gibi uzun uzun soruları kendi kendime sorup durdum.
Silvan’ın Gözderesi köyünde, hayvan ahırıyla bitişik iki odalı evde dünyaya geldiğim yılı rahmetli annem hatırlamıyordu. Ben doğmadan iki gün önce bizim inek 1 Şubat’ta doğum yapmış. 3 Şubat’ta da ben doğmuşum. Yani Annem ineğin doğumu sayesinde benim doğum günümü hatırlıyordu.
Ancak annem öyle bir günde hatırladı ki, adeta o gün benim tüm hayatımı belirleyen kader günüm olmuştu. Rahmetli babam benim doğum günümde ölmüştü. Talih, talih değil, kör Salih olunca böyle oluyor işte…
Sonra Gözderesi köyünden Sabe köyüne taşındık.
Sabe köyü; çocukluğumun en mutlu, platonik aşkları yaşadığım, çocukluk arkadaşlarımın olduğu, upuzun yeşillikleriyle, üstünden su kanalı, altından geçen Batman çayıyla adeta küçük bir Çukurovayı andıran ve herkesin herkesle akraba olduğu şirin bir köydür.
Dindar olduğu kadar demokrat, demokrat olduğu kadar eğitimli, eğitimli olduğu kadar sempatik olan Sabe köyünü annemde çok ama çok severdi.
Öyle ki; ölmeden önce hep “eğer öleceksem beni Salhiye’de (aile mezarlığı) değil, Sabe’de gömün. Oradan kimse geçmez, Şeyhdodiler (aşiretimiz) Fatiha bile okumazlar. Burada hiç olmazsa “Kuranğweyn (Kuran-ı Kerimi okuyanlar)” vardır.”derdi.
Hakkın rahmetine kavuştuğunda da Sabe köyünde, o çok sevdiği ahret kardeşi Xemsa teyze ve Rabia teyzeyle yan yana yatırdık. Şahsen bende tahtalıköyü boyladığımda Sabe’de yani annemin yanında yatmayı isterim…
Sonra medrese yıllarımı, talebe arkadaşlarımı ve hocalarımı hatırladım.
Sonra, hafızama adeta mıhlanan olaylardan biri de; ilkokul diplomasını dışarıdan almak için mahkemeye başvurduğumuzu, annemin savaşıyla kazandığımız zaferin annemin gözlerinden o ışıl ışıl, nur gibi parlayan bakışlarını canlandırdım. Evet zafer bizimdi. En sonunda yaşımı 1972’den 1970’e yükseltmeyi başarmıştık.
Sonra okul yıllarıma yolculuk yaptım. Sınıfımı, okula başladığım ilk günümü, sınıf arkadaşlarımı ve hocalarımı teker teker hatırlamaya çalıştım. “Şevşevuk” diyen Afif Gümüşçü hocayı, “devşorbe” diyen Esat Toz’u, “ula oğlım tahtaya bak” diyen Haluk İzol hocayı, ramazan ayında “sigaranın dumanından faydalanın” diyen Nusret Çakmak hocayı hatırladım.
Edebiyat dersimize giren okul Müdürü Mahmut Şevket Kazaz hocanın anlattığı “Ahfeşin keçisinin baş sallaması” hikayesi, “sanat altın bileziktir” atasözüyle ilgili örnekleri ve beni sevdiğinde başımı okşamasını hatırladım. Nihal Mevlani hocayı, “ula oğlum bak sizi aforoz ederim” diyen Türkçe hocası Önder Selçuk’u, Ziya Kanay hocanın dersinde kopya çeken Salih’in, diğer adıyla Zürafanın nasıl kızardığını ve bize her zaman şarkı-türkü söyleyen sınıf öğretmenimiz Samsun’lu Nevin Özdemir Neşeli hocayı hatırladım.
Biyoloji öğretmeni Zehra Uğur’un yumurtanın ne kadar güçlü olduğunu ve bu gücünden dolayı civcivi örnek göstermesi de unutamadığım anılar arasındadır. Zehra Uğur hocanın ve birçok sınıf arkadaşımın hatıra defterimde yazdıkları anılarını sır gibi saklıyorum. Hele tarihçi Beşir hocanın yaptığı yazılı anları tam ha babam sınıfın haliydi. Maç anlatan bile on alıyordu.
Gerçekten tüm hocalarım ve sınıf arkadaşlarım beni severdi. Türkçeci evde kalmış hoca ve Müdür Yardımcısı Filiz Özcan hariç.
Nilgün Efeoğlu hoca beni devlet yurduna almasaydı ortaokulu bitiremezdim. Salim Arslan hoca velim olmasaydı velim yoktur diye okula kayıt yaptıramazdım. Nurcihan Yılmaz, Devlet Hastanesinde yattığımda tavukların kollarına aldığı civcivler gibi sınıf arkadaşlarımla ziyaretime geldiğini hiç unutmam. Getirdiği portakal ve elmaları da unutamam. Av. Firdevs Kaygınok Tekçe olmasaydı evimin yakılmasından dolayı dava açamazdım. Çünkü param yoktu. Bana bu iyiliği yapanların hepsi de Türk’tü.
Sonra 1993 yılında başladığım gazetecilik, televizyonculuk, amansız savaş yıllarını, haberlerimi, sabaha kadar süren canlı yayın programlarımı, danışmanlık, Muhtarlar derneğini kurmamı, nasıl kazık yediğimi, “ulan Cüneyt başka işin mi yoktu?” diye kendime nasıl kızdığımı, Ankaralı yıllarımı ve İngilizce kursuna başladığım yılları hatırladım.
Hatırladım, hatırladım, hatırladım… Ama anılar bir türlü bilmek bilmedi. En sonunda vay anası sayın seyirciler, 41 kere maşallah 41 yıl nasıl geçti diye söylenip durdum…
Yükleniyor...
|